Geceleri, Yeditepe rutubet ve yangın kokardı...


3 Haziran 2010 Perşembe

Beyazıt Kulesi


Beyazıt Kulesi’nin bugünkü yerinde Bizans zamanında da Tetratsiyon adında, uzaktan yangınları gözetlemek için bina edilmiş bir kule vardı. Osmanlı Dönemi’nde ise; Kule aynı yerine Paris’te Ecole des Beaux-Arts’da öğrenim gören ilk Osmanlı mimarı olan, mimar Kirkor Balyan tarafından ahşap olarak 1749 yılında inşa edilir. Kule yangınları gözetlemek amacıyla yaptırılan ilk kule olma özelliğini de taşımaktadır. Hüseyin Ağa tarafından yaptırılmış olan Kule’ye, Harik Köşkü veya Kulesi de denirdi. Harik kelimesi yangın anlamına gelmektedir. Kule’de görev alanlara köşklü, köşlü veya dideban da denirdi. O zamanki ahşap kule Yeniçeriler tarafından bir ayaklanma sonucu ateşe verilmiştir. Yanan Kule’nin yerine 1828 yılında 2. Mahmut tarafından Mimar Kirkor’un kardeşi Senekerim Balyana, Kule kâgir olarak tekrardan inşa ettirildi. Beyazıt Kulesi yaptırılmadan önce yangınları gözetlemek amacıyla Süleymaniye Cami’sinin minareleri kullanılmıştır. Beyazıt Kulesi’nin yüksekliği 85 metredir. Kule’ye 256 ahşap basamakla çıkılmaktadır.

Galata Kulesi:

İstanbul'un Galata semtinde bulunan ve şehrin en önemli sembollerinden biri olan 528 yılında inşa edilmiş bir kuledir. Kuleden İstanbul Boğazı, Haliç ve İstanbul, panoramik olarak izlenebilmektedir.

Tarihi

Galata Kulesi dünyanın en eski kulelerinden biri olup, Bizans İmparatoru Anastasius tarafından 528 yılında Fener Kulesi olarak inşa ettirilmiştir. [1] 1204 yılındaki 4. Haçlı Seferi'nde geniş çapta tahrip edilen kule, daha sonra 1348 yılında "İsa Kulesi" adıyla yığma taşlar kullanılarak Cenevizliler tarafından Galata surlarına ek olarak yeniden yapılmıştır.

Kule Türklerin eline geçtikten sonra hemen her yüzyılda tamir ettirilmiş, 1445-1446 yılları arasında yükseltilmiştir. Osmanlı hükümdarı II. Murat ile yakın ilişkiler kuran Cenevizliler padişahın yardımıyla kulenin yanına ikinci bir kule inşa etmişler ve kuleye de II. Murat'ın adını vermişlerdir. 16. yüzyılda Kasımpaşa tersanelerinde çalıştırılan Hıristiyan harp esirlerinin barınağı olarak kullanılmıştır. Sultan III. Murat'ın müsaadesiyle burada müneccim Takiyüddin tarafından bir rasathane kurulmuş, ancak bu rasathane 1579'da kapatılmıştır.

17. yüzyılın ilk yarısında IV. Murat döneminde Hezarfen Ahmet Çelebi, Okmeydanı'nda rüzgarları kollayıp uçuş talimleri yaptıktan sonra, tahtadan yaptırdığı kartal kanatlarını sırtına takarak 1638 yılında Galata Kulesi'nden Üsküdar-Doğancılar'a uçmuştur. Bu uçuş Avrupa'da ilgi ile karşılanmış, İngiltere'de bu uçuşu gösteren gravürler yapılmıştır.

1717'den itibaren kule yangın gözleme kulesi olarak kullanılmıştır. Yangın, ahalinin duyabilmesi için büyük bir davul çalınarak haber verilmekteydi. III. Selim döneminde çıkan bir yangında kulenin büyük bölümü yanmıştır. Onarılan kule 1831 yılında başka bir yangında yine hasar görmüş ve onarılmıştır. 1875 yılında bir fırtınada külahı devrilmiştir. 1965'te başlanıp 1967'de bitirilen son onarımla da kulenin bugünkü görünümü sağlanmıştır.

Özellikleri

Yerden, çatısının ucuna kadar olan yüksekliği 69,90 metredir. Duvar kalınlığı 3,75 m, iç çapı 8,95 m, dış çapı da 16,45 metredir. Yapılan statik hesaplamalara göre ağırlığı yaklaşık 10.000 ton, kalın gövdesi işlenmemiş moloz taşındandır.

Derinliğinde bulunan çukurların altındaki kanalda birçok kafatası ve kemik bulunmuştur. Orta boşluğun bodrumu zindan olarak kullanılmıştır. Kulenin tarihinde bazı intihar olayları kayıtlara geçmiştir. 1876 tarihinde, bir Avusturyalı, nöbetçilerin dalgınlığından faydalanıp kendini kuleden aşağı atmıştır. 6 Haziran 1973 günü ise ünlü şair Ümit Yaşar Oğuzcan'ın 15 yaşındaki oğlu Vedat kuleden atlayarak intihar etmiştir. Oğuzcan bunun üzerine Galata Kulesi adlı şiiri yazmıştır.

Tulumbacılar-Tulumbacı Ocağı-Tarihçesi


Osmanlı döneminde İstanbul'da yangın söndürme işinde çalışırlardı. Tulumba 17. yüzyılda yalnızca gemilere dolan suyu boşaltmak için kullanılan bir araçtı. Bunun yangın söndürmek için geliştirilmiş biçimi 18. yüzyılın başında İstanbul'a getirildi. Tulumbayı İstanbul'a getiren kişi, 1715'te Tslamivet'i kabul ederek Gerçek Davud adını alan bir Fransız'dı. O sırada Lale Devri'ni yaşamakta olan Osmanlı Devleti'nin yeniliklere açık sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa, Gerçek Davud'un önerisine uyarak Yeniçeri Ocağı'na bağlı bir Tulumbacı Ocağı kurulmasını kararlaştırdı. 1720'de etkinliğe başlayan ocakta 50 tulumbacı görevlendirilmişti. Gerçek Davud 1734'te ölene kadar tulumbacıbaşı olarak kaldı. Bu süre içinde ocakta görevli tulumbacı sayısı 150'ye çıktı. Ayrıca yangın sırasında tulumbalara su yetiştirecek sakalar da görevlendirildi. Sonraları Topçu Ocağı, Top Arabacıları Ocağı ve Cebeci Ocağı ile Tersane'de ayrı ayrı tulumbacı ocakları kuruldu. Topkapı Sarayı'nda da bostancıbaşıya bağlı ayrı bir Tulumbacı Ocağı vardı. 18. yüzyılın ikinci yarısında İstanbul'un her semtinde küçük bir tulumbacı grubu görev yapıyordu. Bunlar küçük yangınlara hemen koşuyorlar, yangının büyümesi durumunda çevredeki öbür tulumbacılardan ve Tulumbacı Ocağı'ndan yardım istiyorlardı. Yangınları haber vermek için de Beyazıt'taki Ağa Kapısı kulesi ile Galata Kulesi'nden yararlanılıyordu. Tulumbacı Ocağı 1826'da, Yeniçeri Ocağı ile birlikte kaldırıldı. Ama yangın söndürme işi örgütlü bir çabayı gerektirdiğinden, 1827'de Asakir-i Mansure-i Muhammediye adıvla kurulan veni ordu içinde tulumbacı taburları oluşturuldu. Merkezi Beyazıt'taki Seraskerlik'te bulunan bu örgüt mahalle tulumbacılarına yardımcı olacak, büyük yangınlara da doğrudan müdahale edecekti. Tulumbacı örgütü 1846'da İstanbul'un güvenliğini sağlamak amacıyla kurulan Zaptiye Müşiriyeti'ne bağlandı. 1868'de de belediye örgütünün yaygınlaşmasıyla bu görev Şehremaneti'ne devredildi. Ama belediye tulumbacıları pek başarılı olamadıklarından 1874'te yangın söndürme işi yeniden askeri biçimde örgütlenerek ilk modern itfaiye örgütü kuruldu. Üç taburluk bir alay durumuna getirilen tulumbacılar Beyazıt, Taksim, Tersane ve Selimiye kışlalarına yerleştirildi. 1923'te ise bu örgütün yerine, belediyeye bağlı İtfaiye Müdürlüğü kuruldu. Mahalle tulumbacıları 19. yüzyılda da gönüllü olarak varlıklarını sürdürdüler ve İstanbul'un yaşamında canlı izler bıraktılar. Tulumbacılığın 1868'de belediyeye geçmesiyle mahalle sandığı adıyla yeniden örgütlenen bu tulumbacılar arasında her yaştan, her sınıftan insan vardı. Mahalle halkının parasal yardımıyla yaşayan bu örgüt için belirli bir yer de ayrılmıştı. Bekâr tulumbacıların geceleri de kaldığı bu yer bazen bir kahvehaneyle iç içe olurdu. Bu kahvehanelerde sazla birlikte destanlar, mâniler, muammalar, beyitler okunur, eğlenilirdi. Tulumbacılık bir çeşit spor sayıldığından mahalleler ve semtler arasında yarışlar da düzenlenmiştir.

İstanbul Yangınları Üzerine

İstanbul'un çok geniş alanlarını tahrip eden büyük yangınlar bütün Türk dönemi boyunca sürüp gitmiştir. Bunlar hakkında kısa açıklamalar ile kronolojik listeler düzenlendiği bilinir. Belediye mektupçusu Osman Nuri Ergin’in belediye ile ilgili çeşitli konulara dair büyük eserinin ilk kısmında yangınların bir listesi bulunduktan başka, Alman Arkeoloji ve Sanat Tarihi uzmanlarından A-M. Scheneider tarafından da Bizans ve Osmanlı dönemlerini içine alan bir liste yayınlanmıştır. Bu konu hakkında daha etraflı olarak büyücek bir makale de Mustafa Cezar’ın kalemiyle tekrar işlendikten başka, o tarihlerde itfaiye Müdürlüğü1nde görevli Tarık Özavcı tarafından yazılan bir kitapta önceki yayınlarda bahsi geçmeyen 1923’ten sonraki yangınlara dair bazı bilgiler verilmiştir.Bu yangınlardan sonra şehrin topografyasında büyük değişiklikler olmuş, genellikle enkaz kaldırılmayıp zemine bastırıldığından toprak kotu yükselmiş, bilhassa yakın tarihli yayınlardan sonra da yeni düzenlemeler yüzünden sokak dokuları değiştirilmiş ve yeni caddeler açılmıştır. Bu planlamalarda tarihi eserlerin durumuna fazla dikkat edilmediğinden, birçok tarihi eser parsellerin içinde kalmış veya yeni açılan sokak veya caddelerin üstünde bulunduğundan yıktırılmaları gerekli görülmüştür. 1918 Cibali-Fatih yangınından sonra, o bölgedeki bilhassa tarihi çeşmelerin yeni yapılacak evlerin parselleri içinde kaldığı görülmüştür. Bu yüzden çok değerli bazı çeşmeler yıkılıp ortadan kaldırılmıştır. Nitekim Kız taşı’nın az ilerisinde İskender Paşa Camii yakınında Sultan I. Mahmud'un hayratı olan Barok üsluptaki çeşme bütünüyle yıkılmış, yerine bir apartman inşa edilmiş, çeşmenin parçalanan mermerleri ve şair Neyli Çelebi tarafından düzenlenen ve Harem Ağası Hattat Beşir Ağa'nın yazdığı uzun kitabesi parçalanıp gitmiştir. Yine aynı bölgede; yerine yeni bir apartman yapılmak üzere yıktırılan bir evin duvarları içinden güzel bir 17.yy. çeşmesinin çıktığı hayretle görülmüştür.

Yangın sonrası yeni sokak ve cadde dokularının düzenlenmesi sırasında aslında yanmamış durumdaki Çoban çavuş Camii bir yeni caddenin tam ortasında bırakılmış ve arkasından da yıktırılması gerekli görülmüştür. Eski bir fotoğrafta, şimdi Aksaray'da yol yoncalarının bulunduğu yerde yanık küçük bir caminin bulunduğu görülür.

Bunun gibi uygulamaların tehlikeli bir örneği de Fatih külliyesinin komşusu olan Hafız Ahmet Paşa Külliyesi'nin başına gelenlerdir. Evvelce yanında medresesi olan ve kütüphanesi, sebili ve türbesi ile bir külliye teşkil eden bu eser, yeni parsellemede yok farz edilerek yeri ve etrafı satılmış, yanık caminin de, köşesinin büyük bir kısmı yeni açılan caddede bırakılmıştır. Böylece onun da günü geldiğinde yıkılıp kaldırılacağı düşünülmüştür. Bu manzume bakımsız harabe halinde dururken 1960-61'de medrese ile caminin bir kısmı, belediye tarafından yine Sakarya öğrenci yurdu binası inşa edilmek üzere satılmıştır. Ancak son dakikada bu işlemin gerçekleşmesi durdurularak medrese ve cami kurtarılmış ve türbe ile sebilin de restore edilmesi suretiyle eserin bütünlüğü sağlanmıştır. Bugün içinde ibadet edilen cami ne yazık ki caddeye bir köşesi çıkmış durumda yaşatılmaktadır.Yangınlarda eski eser kaybı yalnız vakıf eserlerde olmamıştır. Nice güzel evlerin ve muhteşem konakların kül olup gittikleri bilinir. 1911'de Mercan yangınında ve o tarihe kadar Erkan-ı Harbiye binası olan Batı üslubunda muhteşem bir saray olan Ali Paşa Konağı yanmış, duvarları uzun süre durmuş ve restore edilip tekrar kullanılabilecekken Fahrettin Kerim Gökay zamanında temellerine kadar yıktırılmıştır. Fatih'te Kıztaşı'na komşu olan, adını şimdilik hatırlayamadığımız yakın tarihe ait yine bir Paşa konağının içini bütün eşyasıyla gösteren fotoğraflar günümüze kadar gelmiştir. Burmalı Mescit yakınında yazar Sermet Muhtar Alus'un baba ve dedesine ait konakların da dışının bir kısmını gösteren fotoğraflar günümüze kadar gelmiştir.

20.yy. içlerinden itibaren çirkin beton binaların yükselmeleriyle İstanbul ateş afetinden büyük ölçüde kurtarılmış olmakla beraber, ona ayrı bir ruh veren özelliğinden de çok şey kaybetmiştir.

İstanbul Bülteni

Beşir Ayvazoğlu'nun "Kuğunun Son Şarkısı" isimli kitabından

Tarih 14 Ramazan 1196 (22 ağustos 1782), Perşembe'yi Cuma'ya bağlayan esrarlı bir İstanbul gecesinde Cibali'deyiz. Müslüman halk teravih namazında. Kandillerin ve mahyaların az çok aydınlattığı sokaklarda köpek seslerinde ve poyraz estikçe salınan ağaçların hışırtısında başka ses yok. Birden Çıngıraklı Değirmen'in bitişiğindeki evden alevler yükselmeye başlar ve Mavnacı Ali'nin derme çatma evi, kaşla göz arasında ateşten bir yumağa dönüşür. Belki küçük bir dikkatsizlik, belki aptalca bir ihmal, belki de haince bir kundaklama.. Ateş kulelerden görülünceye, köşklüler semtlere dağılıncaya , tulumbacılar naralar atıp yollara dökülünceye kadar gemi azıya alan yangın, poyrazın önüne düşüp Cibali, sokaklarında koşturmaya, ağustos sıcağında kuruyup gevremiş evleri yalayıp yutarak diğer semtlere doğru yol almaya başlar.Bu çapulcu gürûhunun kızıl bayramı, halkın ise benzerlerini çok yaşadığı kızılca bir kıyamettir.

Yangın haberi ulaşır ulaşmaz, devrin padişahı Sultan Birinci Abdülhamid, Sadrazam İzzet Mehmed Paşa ve diğer devlet erkânı yangın yerine koşup söndürme çalışmalarına nezaret ederlerse de daracık sokaklarda öpüşecek kadar birbirine yaklaşmış evleri göz açıp kapayıncaya kadar sarıp sarmalayan ateşin önüne geçmek imkânsızdır. Şimdi o uğursuz "Yangın vaaar!"sadâsı, İstanbul'un bütün sokaklarında, Atâ Efendi'nin "tafsil ve ta'biri dâire-i imkanda değildir"dediği dalga dalga yayılan ateş denizinden haberler iletmektedir

1782 yangınının ayrıntılarına girmeden önce bir parantez açarak büyük İstanbul yangınlarından çoğunu başlangıç yeri olan Cibali'den söz etmeliyiz. Adını, İstanbul düştüğünde şehre Haliç civarındaki kapıdan girdiğini bildiğimiz Cebe Ali'den alan Cibali, daha çok ayak takımının ve Yahudilerin kesif olarak yaşadığı kalabalık ve epeyce ürkütücü bir semt bir getto'dur. Yahudhâne denilen, odalarında Musevi ailelerin barındığı büyük evler, Rum meyhaneleri, kayıkçı kahveleri ve kalafat yerleriyle başlı başına bir âlem...

Bilinen ilk büyük Cibali yangını 2 Eylül 1633'te bir kalafatçının ahmakça dikkatsizliği yüzünden çıkar. Gemi kalafatlarken yaktığı ateşin şiddetli poyrazı arkasına alıp civardaki kayıkhâneleri tutuşturması, evden eve, sokaktan sokağa, mahalleden mahalleye atlayarak İstanbul'un büyük bir kısmını cehenneme çeviren bir âfete yol açmıştır. Naima Efendi'nin Tarihi,nde uzun uzun anlattığı, "oldu bin kırk üçde ihrâk-ı kebir" (1043) mısraıyla ebcede bağlanan bu büyük yangını tarihimizde özel bir yeri vardır. 4. Murat . eskilerin "büyük fitne" dedikleri kargaşa dönemini 1633 yangınını bahâna ederek koyduğu şiddetli yasaklarla sona erdirir. Yangının bir kalafat yerinde çıktığı bilindiği halde, tiryâkilerin sebep olduğu gerekçesiyle tütün yasaklanmış, ayaktakımının barınakları haline gelen kahveler ve meyhaneler kapatılmış , büyük bir kısmı da yıktırılmıştı.Murat'ın bu uygulamasında devrin ünlü vaizi Kadızâde'nin telkinleri büyük rol oynamıştır.

Cibali'de tam altmış yıl sonra çıkan ikinci büyük yangın da İstanbul'u kasıp kavurmuştur(1693). Cibali kapısı yakınında Karanlık Mescid mahallesinde ticaretle uğraşan Ahmed Efendi'nin evinde çıkıp iki bine yakın ev, dükkan, cami, mescid, medrese, han ve hamamı silip süpüren yangının bir kolu Zeyrek'te Kilise Camii'ne , bir kolu da Atpazarı'nda Mutaflar Çarşısı'na kadar üzengi parlatmıştır.

17 Temmuz 1718'de gece yarısından sonra Yahudhâne'de başlayıp yirmi yedi saat devam eden ve bütün Cibali yangınlarının kullandığı yollardan ilerleyerek önüne geleni yutan yangın bir başka bir felakettir. 6 temmuz 1756 yangını da bir Yahudhâne'de çıkar; yine poyraz esmektedir.Kollara ayrılıp alıştığı yolları takip eden ateş, İstanbul halkına cehennemî saatler yaşatmıştır. Vak'anüvis Vâsıf Efendi'ye göre, fetihten beri yangının böylesi ne görülmüş ne işitilmiştir. Hammer ise yaklaşık kırk sekiz saat süren bu yangında sekiz bin kadar binanın kül yığınına dönüştüğünü anlatır.

Ve 22 Ağustos 1782. yukarıda da belirttiğimiz gibi, bu yıl üç büyük yangın yaşayan İstanbul halkı, üç ayları , yani, Recep, Şaban ve Ramazan'ı ateşli bir biçimde idrâk etmiştir. Esad Galib'in o günlerde yazmaya başladığı Hüsn ü Aşk'ın Benî Muhabbet Kabilesi'nin modeli İstanbul halkı olmalıdır. "Erzâkları belâ-yı nâgâh" olan ve üstlerine her gâh ateş yağanlar başka kimle olabilir? Onlar ki sık sık kıvılcım taneleri ekip parça parça kalpler biçmişlerdir. Ateşin ziyaret ettiği sokaklarda yaşanan "mahşer mi hakikat mahşer"dir;halk âdeta yeryüzüne inivermiş cehennemi dünya gözüyle seyreder. Yangın önlenemez bir hızla ilerlemektedir. Bu yüzden cuma namazı kılınamadığı gibi , Şeyhülislam İshak Efendizâde Mehmed Şerif Efendi halkın oruç bozabileceğine dair fetva da verir